Sen geldin, benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi, üstünde durdu
Bulutlar geldi, üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin
Merhamet, saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu
Bulutlar geldi, altında durduk
Ev. Ruhumla yüzlerce kez geldiğim bu ev. Ruhumu kapı arkasına astığım bu oda… Bu balkon… Merhaba, uzun bir yoldan geldim. Sana teslim olup, sende yok olup, sensiz kalmaya korkmaktan geldim. Ve sabahın ilk ışıkları... Hayatımı düşürüyorum tekrar içine. Efsunlanmış gibi başımı bırakıyorum omzuna. Nefesim nefesine, ömrüm ömrüne. Gözlerime daha derin bakarsan belki okursun her şeyi diye ümit ediyorum ama bir yandan da biliyorum ki bu imkânsız. Ne demiştin "Sen ben değilsin, ben de sen!" Oysa ben, sen oldum. Ama bunu benden duymayacaksın. Görmeni bekleyeceğim çaresizce. Keşke görebilsen. Keşke sen de ben olsan.
Konuştun, güneşi hatırlıyordum
Gariptin, yepyeni bir sesin vardı
Bu ses öyle benim, öyle yabancı
Bu ses, saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı
Ardından yalnızlık saatleri… Yokluğun, ben ve evdeki gölgem. Gölgeme sarılan öğle güneşi. Yıllardır burada yaşıyormuşçasına bir alışkanlık, az sonra gidecekmiş gibi bir huzursuzluk. Uzanıyorum yatağa… Bu başımı koyduğum yastığın da acıları var mıdır, kırgınlıkları, umutları? Kaç kilo gözyaşı emmiştir bugüne kadar? Belki yastık da ağlamıştır, "O cennet yeşili gözlerine kıyma!" diye. “Mermiler” karışıyor saçlarıma, ellerime, yüzüme. Birini alıyorum solumdaki yastıktan, kokluyorum "mermi"yi; barut değil hayatım kokuyor. Kafama sokmak istiyorum o “mermi”yi, kalbime… Öldürürse şimdi, hemen burada ve bu “mermi” öldürsün istiyorum.
Evlerinin içi ayna döşeli
Ayna, hatıra, gözler ve sevmek
Benim aşkım binbir köşeli, ah binbir köşeli
Bir köşe gidince, bin köşe yeniden gelecek
Ayna, hatıra, gözler ve sevmek
Ayna, hatıra, gözler ve sevmek
Benim aşkım binbir köşeli, ah binbir köşeli
Bir köşe gidince, bin köşe yeniden gelecek
Ayna, hatıra, gözler ve sevmek
Hayatım geçiyor gözlerimin önünden… Hepsi bir toplu iğne başı oluyor şimdinin karşısında. Bu şimdi, öyle bir şimdi ki yanardağların patlaması gibi, atom bombası gibi, Samanyolu Galaksi’si gibi… Ama ben, bütün kâinatı sığdırıyorum o an içime. Başucumda soruyor Tolstoy: “İnsan Ne İle Yaşar?” Cevabı biliyorum. İlk kez bir sorunun cevabından eminim. Sınıfta öğretmenin sorusuna hemen parmak kaldıran çocuk sabırsızlığıyla eğilip fısıldıyorum Tolstoy’a… Cevabı bir Tolstoy biliyor, bir de yakında o bilecek. Bazı şeyleri ikimiz bileceğiz. Ve ne yazık ki bazı şeyleri sadece ben bileceğim.
Ve güldün, rengarenk yağmurlar yağdı
İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı
Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak
Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir sesin vardı
Günler geçiyor sonra… O günlerin cümlesini kelimeler yazamıyor, ruhuma ilmek ilmek işleniyor sadece. Güle güle gidilmiyor, yolum açık mı bilmiyorum… Boğazımı binlerce el sıkıyor gibi. Bir şey beni durdursa diyorum ilk kez. Bir şey beni oraya çivilese! Ayaklarım hareket etmesin istiyorum. Dönmek, sana sığınmak, sende yok olmak, sende yaşamak ve sende ölmek… Bu an, her şey mümkün, her şey uyar bana. Koltuğa kadar geliyorsun, biliyorum artık sayılı saniyeleri… Bir yerlerimden kan pıhtıları kopuyor, hissediyorum ama yerini bilmiyorum. Ya insem ya da gelip yanıma otursan. Bir imkansızı mucizeye dönüştürsek diye yalvarıyorum içimden. Unutmuşum dualarımın kabul olmadığını. Ve sonra dönen tekerlekler, senden metre metre beni uzaklaştıran o zaman… Ağlıyorum. Sen göremezsin. Kimse göremez. Cama vuran kavak ağaçları biliyor sadece.
İkimizin tarihi başlıyor şimdi. Her şeyin yok olduğu, bildiğimiz her şeyi unutturacak, bize her şeyi yeniden öğretecek, zamanın bile yenemeyeceği tarihimiz başlıyor.