Ana içeriğe atla

en sevdiğim gün: hiç gitmiyorsun




“Dolapta kahverengi bir kutu var, onu bana getir.” dedi babam. Dolabın her yerini inceledim, dediği renkte bir kutu yoktu. Döndüm, “Kahverengi bir kutu yok.” dedim babama… “Benimle gel” dedi, dolabı açtı ve “Bu ne?” deyip suratıma ansızın sert bir tokat attı. (Sağlam vururdu rahmetli, öz oğluna değil de sanki bir Yunan askerine vurur gibi.) “Bu ne?” dediği yeşil bir kutuydu. “Ama bu kahverengi değil ki, yeşil!” diyemedim, çünkü bu sefer on tokatla beraber tekme de yerdim. Sustum. Haksızlığa ilk uğrayışımdı ama son değildi.

Adalet takıntımın doğum tarihi o geceydi sanırım. Yumruklarım sıkılı, öfke ve çaresizlik içinde yorganın içine girip ağladım. Sanırım dişlerimi sıkmayı da o gece öğrendim. (Bilmem fark ettin mi, hâlâ sıkarım dişlerimi arada.) Sigarayı bırakırım ama bunu bırakacağımı sanmıyorum: Bu dünyanın adaletsizliği bitmiyor sevgilim. (Yaz: Dişlerini sıkmayı bırak ve sigarayı azalt.)

Oysa ben gene de haklıyken haksız olmaya da adaydım. Sadece paylaşılsın istedim, yalnız bırakılmayayım, o “yeşil kutulu gece”ye dönmeme izin verilmesin. Kafka’nın, Milena’ya seslendiği o güzelim sözünü başucu yastığı yapmam da bundan: “…ben haksızım, -olmayacak şey, ama şunu istiyorum senden -n’olur haksızlığımı paylaşsan biraz!”  Sen peki, haksızlığımı paylaşır mısın?

İlk, hayat şevkine hayran kalmıştım. Hiçbir şey seni yıkamaz, yok edemez gibi duruşun. Bir mendil gibi taşıdığın gülümsemen, kahkahaların, hayata inatla ve ısrarla tutunuşun… Bende olmayan şeylerdi bunlar ve imrendiğim… “Yeşil kutu”dan çimen kokusu gözlerine yürüyüşüm iki asır sürdü mü? Sürmüştür bence. Sonra sende bir şeyi fark ettim: Bir çiziğe, bir kaşıntıya anında tepki verip kabaran bir bedenin varken, ruhunun derin çiziklere, acılara, yaralara yıllarca tepki vermemesi, inanmaya devam etmesi, tekrar tekrar aynı yerden vurulacak kadar geç kalman ne tuhaf! Herkesi kendin gibi bilmenin, “Bir söz söylendiyse arkasında durulur” inancının boşa çıkmasına rağmen ısrarla vermeye devam ettiğin şanslar, avanslar… Hayat diyorum sevgilim, çok zalim değil mi?

Mayıs… Hiçbir şey yapmamanın, hiçbir şey ummamanın, hiçbir şey beklememenin zirvesindeyim. Dipsiz bir kuyunun içinde sürekli bir düşüş. Hayalim bile yok. Arzum, öfkem, sevincim de… Sadece diş gıcırtısı ve gerçek bir boşluk. (Dalga geçme, gerçekten bomboşluk.) Zaman beni seyrediyor muhtemelen, “Ne yapacak şimdi?” diye… Zaman kavramını yitirmiş bir halde yaşıyorum oysa. (Yaşıyor muyum?) Zoraki bir oksijen israfı gibiyim. Sonra bir şey oluyor… Seni dinlemeye başlıyorum. Uzaktan hayatını seyrediyorum. Bazen sabahlarına, bazen öğleden sonralarına ama en çok gecelerine eşlik ediyorum. Bir yangın gibi, yavaş yavaş yayıldığının farkında değilim daha. Mayısın son günü: Sıfırdan başlamak buydu belki; bütün geçmişini ölümden dönerek silip atıyorsun sanki. Hem öldüm ve her şey geride kaldı, hem de ölmedim ama yeni bir hayata doğuyorum gibi. Bunu o zaman ikimiz de düşünemezdik.

Haziran… Artık sızı veriyor bazı şeyler yavaştan. Sana bunu söyleyemiyorum. Nasıl söylerim ki; kendime bile itiraf edemiyorum. Hem senin için henüz kimim ki! Neyim? Adı konulmamış sızılarım artıyor sen anlattıkça ama durdurmak da istemiyorum. Her şeyi duymak istiyorum. Kaçırdığım bütün yıllarına bu şekilde eşlik edebilirim ancak. Bir rüzgâr beni sana doğru sürüklüyor, bundan artık eminim. Sürüklendiğim o yerde, yani o karşılaşmamızda nasıl olacağız merak ediyorum.

Temmuz… Biriktirdiğin bütün taşlardan da kurtuluyorsun. İçine attığın her suskunluk, her ah, her keder birer birer çıkıyor içinden. Taşlarımı da bırakıp geliyorum sana, der gibi değil miydi? (Benim taşlarımı da çıkaralım bir ara) Üç yıl önce bugün bir evden ayrılmak için eşyaları topluyordum, şimdi ise bir otogarda zihnimi ve ruhumu toplamaya çalışıyorum; heyecanımı, merakımı, sevincimi… En sevdiğim günün başlangıcı: Sen geliyorsun! Yeni bir tarih atıyorsun alnıma; miladi tarihimi sıfırlamak bu işte! Gerisini biliyorsun. Gerisini bir sen bil!

O “yeşil kutu”yu niye anlattım biliyor musun? Hayır, babamdan ne kadar nefret ettiğimi bil diye değil, haksızlığa uğradığım o çocuk gecemi gözlerinde temize çekmek için. Bu dünyanın bütün adaletsizliklerine, bütün alçalmalarına, bütün yalanlarına, bütün kötülüklerine, bütün yapmacıklarına, bütün sahteliklerine, bütün adiliklerine, bütün zalimliklerine ancak gözlerine bakarak direnebileceğimi bil diye! Bakınca huzur bulacağım, inancımı koruyacağım, beni anlayacak yağmurlu bir yeşil gökyüzü gibi dur diye! “Gökyüzü yeşil olmaz ki!” deme, ben dediysem inan işte! O yüzden seviyorum bunu: Yarın gitmiyorsun, yine görebileceğim gözlerini.

Adının her harfi bana 7 yıla mâl oldu. Her 7 yılda bir eşerek tek harfi kazanmak... Eğer gerçekten burada edebiyat yapmıyorsam ki yapmıyorum, gerçekten çok zordu. İnanamayacağın kadar zor. Kendime “keşke”lerden bir ağ ördüğümün farkındayım, kendimi “aaahh be”lerden oluşan bir denizle çevrelediğimin tabii ki bilincindeyim. Zamanda yolculuk fikrine bayıldığımın... Ama n’olur söyle: Haksız mıyım? “Sızı” denen şey, elle tutulur, gözle görülür bir şey olsaydı mesela… “aşkın da katları vardır-kadim kabarık bir öyküdür alınyazısı” Hayatımdan daha kabarık olan alınyazıma bakıyorum ve silgi arayıp duruyorum. Sen? Sen bulabildin mi silgiyi? Sorun yok sevgilim, en sevdiğim gece: Yarın gitmiyorsun!

En güzel tarifi sen yaptın: “Kalbinin yüzüme üflediği sözler” Yanlış hatırlamıyorsam buydu. Değilse bile böyle de güzel. Bırak öyle kalsın o zaman. Kalamayan şeyler de var şimdilik, çünkü en sevmediğim gece: Yarın gidiyorsun!

Çocukluk fotoğraflarını sevmem de bundan; ikimizin de yaralarının başlangıcı o dondurulmuş karelerde başlıyor. Nasıl anlatabilirim hiç bilmiyorum ama içimin yandığını biliyorum: Üzerinde beyaz bir elbise var ve başında siyah bir şapka. Değişmeyen tek şey gülümsemen. Ben gülümsemenden bir su baloncuğu yaptım, içinde yaşıyorum. Dışarıda bir yazgıdır devam ediyor. Kader, ne tuhaf bir şey sevgilim!

Bir yerlerde vapurlar, trenler, otobüsler, insanlar… Bizim dışımızda akıyor her şey. Bir oda dolusu sen varsın, bir ev dolusu sen. Dünyadan ötede, her yerden beride, hiçlikten ötede sen ve ben. Buna bir isim verebilirim, en sevdiğim gün olacak: Sen hiç gitmiyorsun! Sana beyaz bir elbise ve siyah bir şapka lâzım şimdi. Orasını bana bırak, sen sadece yeşil yeşil bak!

Aydoğan K